27 Ocak 2012 Cuma

Yelbeği'nin Cıngarı


“KIRK ÇATALLI ZIRK OYNAŞMAK”

Hasretine yandığım ve sadece çocukluğumu paylaşabildiğim o bizim yöreler dağlık taşlıktır. Ancak hem yayla, hem ormanlıktır. Kendi köyümüz de aynıdır. Erdemlerini saymazsak eğer, insanları biraz haşin ve serttir… Oyunları da öyle…
Bu oyunlardan biri de “Zırk Oynaşmaktı.”  Bunu hem delikanlılar, hem çocuklar oynaşırdı. Hatta koca koca adamlar bile oynaşırlardı “zırk oyununu”. Bunu oynaşmak ciddi bir yetenek ve güç isterdi. Şahsen ben bu tarz işlerde haylice beceriksizdim. Ama bazı çocuklar kucak kucak “zırk” üterdi. (ütmek: kazanmak, yenmek, ele geçirmek, kandırmak, tongaya düşürmek, üstün gelmek vb.) İyi de, bu “zırk” neydi?
Odun sobasına girip, yakılabilecek nitelikte yani 35-45 cm aralığında, muhtelif kalınlıkta, düz ve düzgün, genellikle meşe ağacının dallarından yapılan bir oyuncaktı. Kısa bir değnek veya sopa ile cop türü bir şey yani! Bu ağaç parçasının bir tarafı, kara kalem ucu gibi sivriltilirdi. İşte buna “zırk” denirdi.
Bu “zırkı” herkes kendi akranıyla oynaşırdı. Oynaşmak isteyenler bir araya toplaşırdı. İçlerinden biri oyuna başlar, kendi “zırkını” yere saplardı. Cirit atar misali yere dikçe savurur, sivri ucundan yere batırır, bir vuruşta toprağa sağlamca çakar, yerleştirirdi yani. Becerebilirse hani? Toprağa bir güzel oturturdu... Anlaşılacağı üzere burada önemli olan husus, “zırkı” mümkün olduğunca yere sağlam saplamaktı.
Anlattığımızı yapabilmek için oyuncu, “zırkın” küt ucundan sağlamca tutardı. O kolunu mümkün olduğunca gerişler, havaya kaldırırdı. Bu hal üzere, var gücüyle yere saplardı. Hattâ güç kullanımına ve hız alımına “zırklı” elini havaya kaldırırken başlardı ki “zırk” daha iyi otursun yere…
İlk “zırk” batırılınca yere, diğer oyuncu geçerdi sıraya. Yapması gereken; hem iyi saplamaktı “zırkını” yere, hem de o vuruşla, yerdeki “zırkı” kendininkiyle söktürüp atmaktı yerinden. Söktürdüğü “zırkı” “ütmüş” olurdu o zaman. Üttüğü “zırk” da kendinin… İkincinin sapladığı “zırk”, ütse de ütmese de artık orta malı olurdu zaten. Ütülmeye adaydı yani!
Başka varsa oynayan, üçüncüsü girerdi aynı şekilde devreye… Ve diğerleri... Oyuncu sayısı ne kadarsa yani… Oyun iki kişiyle de oynanırdı; 10-15 kişiyle de…  Ancak oluşturulan sırayla tabii… İkinci oyuncu ilk “zırkı” söktüremezse yerinden, üçüncü oyuncu kendi “zırklarından” birini saplardı diğerlerinin dibine. Aynı yöntemle ve aynı amaçla… Ancak yerden söktürmeye çalışacağı “zırkı” kendisi seçerdi. Buna kimse karışamazdı. Öyle ya; “zırklar” bazen birbirine mesafeli batardı. Bazen bir arada üç beş tane batırılmış “zırk” olurdu. Bazen de yere batırılamayan “zırklar” bile bulunurdu.
Bir oyuncuya yeni sıra gelmeden ikinci atış hakkı yoktu. Sadece tek atış yapardı yani.
Sırası gelen oyuncu dilediği “zırka” atış yapardı.
Batırılamayan “zırkların” sonraki “zırk” atışıyla söktürülmesi gerekmezdi. Ütülmesi için saplaması yapılan “zırkla” yerden kımıldatılmış olması yeterliydi. Dileyen yerde yatan tek “zırka”, dileyen “zırk” topluğunun arasına atış yapardı. Yapardı ki bazıları bir seferde birkaç “zırk” birden üterdi.
Atışını yaptıktan sonra sıra yeniden kendine gelen oyuncu “zırkı” ütülmemişse, onu yerden söküp alır, kendine ait dilediği herhangi bir “zırkla” yeni atışını yapardı. “Zırkı” ütülmüş de başka “zırkı” varsa onula atış yapardı. Kalmamışsa “zırkı”, ya oyundan çıkardı, yada yeni “zırk” getirir oyuna öylece devam ederdi.
Oyunu terk için “zırkın” bitmesi gerekmezdi. Dileyen dilediği zaman oyunu terk ederdi.
Anlaşılacağı üzere “zırk”, “tek tabanca”, tek, çatalsız ve dümdüz bir kazıktı. Öyle ya bir deyimimiz vardır; “çatal kazık yere batmazdır.” Bilmem… Öyle derler! “Çatal kazık yere batmaz!” diye söylerler.
Bilmem dedim ama, gerçekten “çatal kazık yere batmaz” mı acaba…?
Ancak başına gelen bilir bunu da!
Konunun girişinde yazdım; “zırk oynaşmakta” oldukça beceriksizdim?
Hayat öyle şeyler sundu ki bana!
İki çatallı değil, “kırk çatallı kazıklarla” oynaşmak düştü kısmetimize. Hayat mektebindeki “zırk oynaşmak” konusunda…!
Eh! Mecbursun; mecburen oynaştık biz de.

Anlattığım maddi anlamdaki “zırk” değil elbette!
Ne kadar zor oldu bilemezsiniz hem de. “Kırk çatallı zırkı” denk düşürüp de yere saplamak yani! Üstelik de “zırkı üttürmemek”… Daha da ötesi, ayakta kalmak ve yaşamak…
Amma şu acemilik yok mu şu acemilik? Üstüne üstlük bir de beceriksizlik… Daha ötesi yol, yordam göstericisizlik… Ve nice nice sürçmeler…!
Hâsılı başımıza çok geldi şu “zırkı üttürmeler”… Lakin yine de sanırım ayakta kalmayı başardık. Başardık el-hamd-ü Allah! Bunun zorluğunu yaşayan bilir ancak.
Halâ elimde “kırk çatallı bir zırk” var… Lakin çok şey öğrendim bu “kırk çatallı kazıktan.” Karşılaştığım onca zorluktan…!

En azı alternatifli düşünmeyi öğrendim. Çoklu fikir yürütmeyi… A, b, c, d, e ve ileri, ileri plânları… Bu tarz düşünme, düşünce, adımla hamleler geliştirmeyi… Yani çoklu düşünüp çoklu işler yapmayı… Zaten zora girmeyen insanlar kapasitelerini de zorlayamazlar. Sonuç olarak yerlerinde sayarlar.
Durum budur ama acıları da pek acı. Tadı da çok tatlı. Başarısı adeta katmerli… Nereden bakarsan bak ama…
Eh; ne diyelim? Belki bu bir kader/ bir yazgı… Kendi beceriksizliğimdi belki de. Artık bilemem işin ilerisini gerisini. Ve orasını, burasını! Bu konudaki takdir, sizlerindir elbet. Alınacak ders de bizlerin…
Bundan gerisini ise, ancak “Rabbim” bilir.
Ancak biz, sanırım yıkılmadık ve ayaktayız!

Demek ki varız, öyleyse ayaktayız.
Hayat yolcuğunda herkese başarılar dileriz. Gerçek huzur, başarı ve mutluluklar yani. Hem dünyada, hem ahirinde...


Üüüüüüü
Mmmmmmm

Anasının kurduğu silbiç”
Çellik, çelmek; çelik çomak
Mucuk,
Akkuş karakuşa bindi,
İp sapan, ve ip sapan döğüşü,
Lastik sapan ve kuş avı ile böcek mezarı.
Ttttttt
mmmmmmmmm



            “YAŞLI MEL”

            Biliyorsunuz Sünni mezheplerden birisi olan Şafiilik’in imamlarına “Mele” yahut “Melâ” denilmektedir.
            Eh; yaşlıca bir Melâ komşu köyden geçmektedir. Bu arada Küçük bir çocuk söver O’na. “Melâ; Melâ… Ananı bellerim senin ha!” der!
Bunun üzerine döner o çocuğa; aynıyla söver “Melâ”!
            Bu defa hazır bulunan köylüler çıkar ortaya!
            “Melâ, Melâ…! Utanmıyor musun sen bir bak hele?! Karşındaki bir çocuk! Hem Melâ, hem de yaşlı başlı bir  adamsın!? Ne dediğini bilir mi ki sövüyorsun O’na?! Bir çocuğu muhatap almak,  yakışır mı sana?
            “Melâ” bu kez de döner köylülere:
            “Madem öyle!?
            Neden demiyor?”
            Melâ, Melâ…! Gel de benim anamı sen belle!”

Derleyen: Mehmet DURAN
Kaynak: Rahmetli Ahmet ÇEKİÇ (Bekçi Ahmo) Ağrı-Tutak-Meter


           
HACI SÜLÖ

Bir gün Hacı Sülo, sabah vakti oğluna;
“ Oğlum annen dışarıda abdest alıyor, abdesti bitince sırtla, getir O’nu içeriye.” der.
Oğlu da bunu yapar.!
Annesi hafif felçlicedir.
Yapar yapmasına da, oğlan sırtında anasıyla içeri girer girmez, bizim Hacı Sülo derhal oğlunun sırtındaki anasına çullanır; onu yatağa atmak için davranır…!
Oğlan şaşırır…?
“Baba…! Sen ne yapıyorsun…?” diye kıvranır…!
Hacı sülo bu, hiç durur mu…?
Oğlum senin baban bu güne dek dişe dokunur bir iş beceremedi. Ben ölünce sen neyimle övüneceksin?  Bari bunu yapayım da ;
“Benim öyle bir babam vardı ki,
Adamın anasını sırtından alır, yatağa bile atardı!” diye övünesin.” der…


Derleyen: Mehmet DURAN
Kaynak: Nemci ARSLAN

“Çürüme” adlı çalışmamdan alıntıdır.


          KARGAYLA EŞEK

Sözüm ona, günlerden bir gün karga ile eşek aynı koltukta uçak yolculuğu yapmaktadırlar…!?
Karga ikide bir, hostes ihtiyaç çağrı kolunu çekip muziplik yapmaktadır. Hostes gelip. “ne istediğini” sorduğunda omuzlarını silkerek “Hiiiiçç…!” demekte, hostes geri dönerken, arkasından “kıs kıs” gülmektedir.
Bir böyle, iki böyle derken durum hostesin canına tak eder. Doğruca gider, vaziyeti uçağın pilotuna anlatarak ondan yardım ister.! Pilot da uçağın güvenlik görevlilerine emir buyurarak; “olay bir daha tekrar ederse o koltuktaki sözüm ona eşekle karganın uçaktan dışarı atılmasını” ister!
Ne var ki bu arada, karganın yaptığı hareketi bir kez olsun yapmayı eşeğin de canı çeker.! Tutar, hostes ihtiyaç çağrı kolunu bir de o çeker….!?
Bunun üzerine yanında güvenlik görevlileri olduğu halde hostes oraya gelir; “ihtiyaçlarının ne olduğunu” yeniden sorar! Eşek sırıtarak, omzunu silker; “hiiiiççç…!” der. Bunun üzerine güvenlik görevlileri her ikisini de uçaktan atar...!?
Bu arada uçmaya başlayan karga, düşmekte olan eşeğe döner:
“Kanatların var mı…?”
Eşekte kanat ne gezer? Der ki: “Yooookkk…!”
“E, paraşütün var mı…?”
“Hayır, yooookkk…!?
“Peki seni kurtaracak helikopterci dostun falan….!?”
“Vallahi hayır…! O da yok…!?”
“Madem öyle; a eşek herif! Derdine ne oldu da benim yaptığımı yapmaya kalkarsın? Çek cezanı o zaman...!” der.


Derleyen: Mehmet DURAN
Kaynak: Hüseyin ERCÜMENT

“Çürüme” adlı kitabımdan alıntıdır.



            A, B, C; MANDOLİN ÇALARSIN SEDECE!

Bizim Köy’de bir Öğretmen vardı bir zamanlar. Üstelik; oldukça da popüler…
Öylesine kaynaşmış ki Köylüyle; Köy’deki herkes O’nu çoook, ama çok sever!
Eskiler olsa şimdi; O’nu derhal hatırlarlar…
Köylü nazarında gerçekten de popüler mi popüler!
Hangi çocuk izin istese zorluk çıkarmaz; derhal izin verir; hattâ istenenden fazlasını bile ekler.. İşi, öğrencinin kendine havale eder…  
İş bu kadarla kalsa iyi?
Maşallah, avı da çok sever, ava gitmeyi… Okul mu? O da neyin nesi?  O’nun bildiği de, uyguladığı da aynı böylesi… Yine de hakkına gitmeyelim; ders de verir ara sıra… Nasıl vermekse ama…
Yine de oldukça mahirdi! Meselâ güzel mandolin çalardı!
Akşamları evlere giderdi; Köylülerin evlerine…
Ancak sanmayın ki herkese gider?
O, sadece kafasının sardığı yerlere gider…
Hep de oralarda cümbürder!
Bir de yarışır ve yarıştırır…
Güne karşı yarıştırır hem de!
Üstelik yanına, yahut karşısına kim geçerse…
            *************
Bugün gibi hatırlıyorum! Daha İlkokula falan gitmiyorum! Küçüğüm, ufacığım!
Günlerden bir gün; hem de düğün…
Yanında da Bizim Köylü “Olçum Siyit”...  Siyit Çavuş” vardı ya hani?  Rahmetli, Büyük Seyit KARACA yani!
Yiğit namıyla anılır hani!?
O’na “Olçum Siyit” derlerdi...
Çünkü O, dünya malı açısından biraz fakir ve garibandı.
Bu durumundan kesinlikle eksiklenmez, tam aksine haylice yüksekten uçardı.
Kendisine yakıştırılan “olçumluk” işte buradandı. 
            **************
 
Bir de baktım; Bizim Öğretmen onunla yarıştırıyor…
Neyi mi? Yarıştırdığını…
Bakalım üste kim çıkacak?
İkisi de iyi atış yapıyor maşallah!
Bakalım kim daha ileri Atacak; attıracak...?
Öğretmen diyor; “ben bilirim”…
“Olçum Siyit” de “Ben”…
Çoğunun ilgisini çekmiş bu yarıştırma; millet izlemede…
Çalgı susmuş, herkes onları dinlemede…
Dayanamadı “Olçum Siyit” en sonunda; aldı sazı da, sözü de ele!
Bakın neler söyledi dinleyin hele?
 “ Hadi ulan sen de…!
Bu hayattan anlarsın da..?
A, be, ce…
Mandolin çalarsın sadece!
Okulu bırakır; ava gidersin ayrıca.
Bildiğin işte budur!
Hadi canım sen de!
Hadi aman sen de!
Ben seninle yarışman!
Git bul kendine bir danışman! (yarışımam)
yarışdırman da!
Anladın mı Öğretmen?”  dedi ve bir kenara çekildi.
Seyredenlerin cümlesi bir güzel gülüştü…
Laf yarıştırması tam burada yatıştı ve ikisi de susuştu!
Yarıştırdıkları da böylece bitti, bitişti!

Bu son sözlerin sağlaması sonradan yapıldı.
“Siyit Çavuş’u” Köy’e gelen Jandarmalar götürdü!
Arkasını arayanı bile olmadı; olamadı!.
Öyle ya: Kendisini devlet, devlet götürdü…?!
Gitti Siyit çavuş, gitti.
Köylüler de tuttu O’nu, Kabir’deki yerine yatırdı!
Gedride kalan çoluk çocuğuna nice ağıtlar yaktırdı…

Cennet mekân olası, demek çok şeyi bilirdi.
Açlığı, tokluğu; delikanlılığı mertliği…
Yoksulu, yoksulluğu; yumuşaklığı, sertliği…
Aşı, işi; geçimi, dirliği…
Evi, evliyi, evliliği… Hayattaki türlü bir çileyi…
Dostluğu, sevmeyi ve sevilmeyi.
Gerekirse can alıp vermeyi…
Hasılı hayatı da, mematı da bilirdi…!
Bu tarz mandolinciler belki arta kalanları bilebilirdi.
Öyle ya:
Ödemiş Bıçakçı Köyü’nden rahmetli “Tabak Osman Emmi’m” de bu tarz türkücülerle çalgıcılara bakar da:
“Oğlum! “Aşık Kerem” türkülerin hepsini söyledi. Bunlara sadece “uçkur, peşkir havası” kaldı.” derdi!
    

     
“OLÇUM SİYİT’İN” ÖLÜMÜ

“A, B, C; Mandolin Çalarsın Sadece” adlı yazımızda “Olçum Siyit’ten” de Jandarmalarca öldürülüşünden de bahsetmiştik hani? Şimdi de bu olayı anlatacağız elimizden geldiğince:
O yıllar da köylerimiz pek bir karışıktı bizlerin!
Yokluk da vardı; benlik de…!
Fakirlik de vardı, cahillik de…!
Yoksunluk da vardı; bencillik de…!
Millet birbirine sarmış, sanki tavuk öldürürcesine!
Adam değil, mermi parası daha kıymetlice…
Tüfek, tabanca, mermi ve sairleri boldu; haylice…!
Ne yapılır edilir, silâha para bulunurdu yine de.
Ve; tabanca taşımak vâka-i adi-yedendi.
Sıradan bir şey yani; hem de herkesçe; ve herkeste!
Herkeste tabanca var! Hepsinin de bellerinde…
Apaçık, ayan beyan gösteride…!
Tam kıçlarının üzerinde.
Erkeklerin, kendilerinden asla ayrılamaz bir aksesuarı hem de.
Ceketle gizlemek falan olmaz; yakışık almaz öyle!
Ceket, tabanca kılıfının kıvrılmalı ki üzerine; o tabanca bir güzel görüne.
Görüne ki; herkes kimde var iyi bile…
Ayağını da denk ala ona göre…!?
Kiminin tabancasının mermisi de ağzında.
Atış, bir tetiğe basımlık mesafede duruyor bunlara.
Bunlar ne ki?
Av tüfeği de var her evde! Fişeklik de, mermilik de…
Bozkır mı? Yelbeği mi…? 
Aman Allah’ım…!
Söyleyin bakalım; şu Teksas nerede?
Adeta harp çıkıyor geceleri köyde…
Çoğu imreniyor, “pisi pisine giden “Kör Niyazi’ye” 
            *************
Zaten Köyümüz de tabancacı da var tüfekçi de. Hem tamirci; hem yapımcı… Daha ötesi mermileri bile doldurucu… Sanayisi kurulmuş mübareğin; hepsi de orta yerde…
Jandarma da bilir bunları devlet de!
Asayiş berkemaldir yine de!
            **************
İş bu kadarla sınırlı değil; mavzer de var bazılarında…  Hem de 5 atarlı…
“Çekme-sürme” kollu; uzun mesafe atışlı…
Bunlardan biri de “Olçum Siyit’te”…
Eline o mavzer pek de yakışırdı…
Attığını da vururdu mavzerle; keskin atışçıydı!
            ************
Günlerden bir gün “Olçum Siyit”; omzunda mavzeri, “alımlı-çalımlı” Köy içinde bir güzel dolaştı?
Aynı gün Köy’e bir manga kadar asker ulaştı.
Askerleri gören “Olçum Siyit” derhal köy içinden uzaklaştı.
Köy korusuna doğru sıvıştı…!
Lakin bu arada jandarmaların gözüne bulaştı.
Baktılar ki asayiş bozuk! Düzeltecekler ya…?!
Düştüler peşine “Olçum Siyit’in” arkasına!
Hem de “tüfenklerini” ata ata…!
            ************
İyi de be birader; “Olçum Siyit” kaçarsa olur mu?
Bu durum hiç yakışık alır mı?
Kaçınca geride “Olçum, molçum” kalır mı?”
Karizma ne olur karizma…!?
Çizilmez de durur mu?
Ne yapmalı acaba?
Saklanmalı bari en azından bir ağaca…
Saklandı da bir pelidin (meşe ağacı) arkasına!?
İyi de; halâ geliyor Jandarmalar ata ata…
İş tamam! Durum yaman! Mavzeri verse de, teslim olsa da vakit tamam! “Olçum Siyit” Öldü! Ha öyle öldü, ha böyle öldü! Aynen böyle düşündü! Ben bilmem, siz söyleyin bakalım; yanlış mı düşündü?
Ateşledi mavzerini havaya…
Maksat ki; adını kurtara…
Havaya atmasa var ya?
Atışta zaten bir numara…!
Adamı “tam alnının orta kabağından” vurur vallaha…
Ama jandarma bu! Anlar mı da?
Hepsi üşüştüler Oraya!
Sen misin onu atan havaya?
Gitti “Siyit Çavuş” gitti; gitti işte bu davaya…!
            *************
“Olçum Siyit” gitti ya…?
Çoluk çocuk dökülüp kaldılar geride ama!
Ah “Devlet Baba”; vah “Devlet Baba”…!
Bilmem nelerdi koydun hesaba…
O “tüfengcilerle tabancacılar”; “Mermicilerle, talimciler”…
Hele hele; milleti bu yollara sürenler;
Bu hallere mecbur edenler ne yapacaklar acaba?
Hem burada; hem Ora’da…?
Cevap ver bana; ey “Devlet Baba!”

Mehmet DURAN

Kitap ve makalelerime erişmek isteyenlere>


            “IRAZGİLİN MEYMET”

NOT: Aşağıdaki metin, “Okul Yolu” adlı kitap çalışmamla aynı kitabın Internet yayını konumunda ve http://okulyoluokul.blogspot.com/2011/12/4-ogretmenimin-yardm-ve-babamn.html biçimindeki bağlantısından alıntıdır.

“Rahmetli Mehmet KARACA dedim de:
Evleri bizim mahallede, yakın komşuydu. Bir tek ev vardı onların eviyle bizim evin arasında. Yaşıttık kendisiyle; üstelik “kırkımız da karışmıştı”. “Kırkı karışmak” deyimi, doğumdan sonraki ilk 40 gün içinde doğanları ifade etmek için kullanılırdı. Bunların hiç biri önemli değildi. Asıl önemlisi O benim ilk çocukluk arkadaşımdı. Hem de en iyilerinden biri. Tek kusuru vardı; fazla cesurdu... Bir de saf, temiz ve merhametli… “Gözünü budaktan sakınmazdı” asla ama! Nitekim bu hali henüz 25 yaşındayken aramızdan aldı O’nu. Vurdular; vurdular O’nu. Yağlı kurşunlara denk geldi Garip’im. Aklını kullanıp da koruyamadı kendini.
Çocuklukta çok şey paylaştık Kendisi’yle?
Babası, O küçükken ölmüştü…. Aklı ermezdi babasının sağlığına. Hasılı, yetimdi O da. Sık sık “Öksüzler Mektebi’ne” giderdik ikimiz. Kendi aramızda adını “Öksüzler Mektebi” koyduğumuz  bir inziva ve rahatlama kuytusuna… Bizim evlerden doğu istikametine koruya çıkılıp da “Kızıldüz” (kırmızı topraklı tarlaların bulunduğu bir mevkii) istikametine gidilen “Taşlı Yol’un” hemen altındaydı “Bu Mektep”! Gidişe göre sağda; hemen oradaki “Küçük Karınderesi” dediğimiz, “Göksu’ya” akan o kış dereciğinin yatağında… İşte o küçük vadicikte… Daha doğrusu bu vadicikteki dere yatağın tam kenarında bir kaya kovuğu…  Dediğim gibi kuytu bir yer. Kovuğun önünde de maki türü bir kısım çalılıklar var ki kapatıyor orayı. Tam bir sığınak… Kırk yıl saklansan kimse bulamaz adeta…
Ora’da (“Öksüzler Mektebi’nde”) kendi iç dünyamıza dalardık. Biz ve bizim gibiler hakkında iyi dileklerde bulunur, tanıdıklarımızın hatıratlarını yâd ederdik. Gelecekteki iyi günleri düşünür, güzel hayallere dalardık. Herkesler için iyi dileklerde bulunurduk. Böylece oldukça rahatlar, köye geri dönerdik.

Merhametli çocuktu aslında Mehmet! O’na “Irazgilin Meymet” de derdik.
Bakın bir gün ne oldu?
Henüz 4 - 5 yaşlarımızın arasıydı. Onların eviyle bizim evin arasındaki evin arkasında bulunan o küçük harmanda mahallenin tüm çocuğu oyun oynaşırdık! Şimdilerde “Kaymakam Emmi’nin” olan o evin dulunda; duldasında…. “Çocuklar” diyorsam az falan sanmayın; hayliceydi… Zaten tüm evler, çocuk doluydu o yıllar…

Derken “Irazgilin Meymet” de çıkageldi oraya. Elinde bir parça “çarşı ekmeği” … Bildiğimiz normal fırın ekmeği işte! Ne var ki o ekmekler bizde pek bulunmazdı... Yufka yerdik sürekli. “Çarşı ekmeğini” ise kırk yılın başında bir şehre giden olacak da o getirecekti. Onu da elbet kendilerine… Bu nedenle olsa gerek; yaddan, yabandan gelenlerin ön önemli hediyesi “çarşı ekmeğiydi”.  Ve çok severdik biz onu… “Çarşı ekmeğini” yani.
Küçük bir parça da bana verdi Rahmetli. Diğer çocukların gözleri kaldı ekmekte ama.  Lâkin Mehmet onlara vermedi... Öyle ya; elindeki zaten doyumluk değil tadımlıktı.
Çocukların gözleri kalsa da bir çoğu önemsemedi. Lakin iki kardeş ısrarla istediler Mehmet’ten… Yine de vermedi. Bu defa o iki kardeş gidip kendi annelerinden istediler “çarşı ekmeğini”  Fakat nereden bulsundu anneleri…? Ama çocuklar anlar mı durumu? Tutturdular “İllâ da çarşı ekmeği isteriz!” diye! Oysa yufka yapıyordu anneleri; misler gibi. Ellerine birer yufka sıkması (rulo biçiminde dürüm) tutuşturdu onların. Üstelik içine sade yağ (özgün tereyağı) sürerek… Yine de ikna olmadılar; ağlamaya başladılar…
Mehmet duruma dayanamadı; ekmeğine de fazla kıyamadı. Parmaklarının ucuyla koparıp yarımşar lokma kadar verdi onlara. Sustular onlar da. Kestiler ağlamayı. Kestiler kesmesine ama bir de ne göreyim? O kadarcık ekmeği yalın olarak yemeye kıyamadılar; tutup yufka sıkmasının içine ovalayarak o yufkaya katık ettiler…! 

Mehmet’in cesaretinden de bahsettim ya? Hiç kimseden ve hiçbir şeyden çekinip korkmazdı O. Ben kıyıp da vuramazdım kimseye. Hatta karınca bile ezemezdim. Kuş dahi avlamadım… Ama O, gerekirse kırar geçirirdi ortalığı. Mahallenin cümle çocuğunu da döverdi gerekirse. Ve hepsi korkarlardı O’ndan… Bir tek ben; ben içten severdim O’nu. Çocuklar arasında yani.
Buydu işte, (İlkokul 5. Sınıftaki) Öğretmenin (Öğretmenimiz Sn. Av. Suat YENİTÜRK’ün)  bizim eve yolladığı Mehmet KARACA hani!”



           
“IRAZGİLİN MEYMET’İN TÜFENGİ”
           
            Önceki yazılarımızın birinde, yani hemen bir yukarıdaki konu ile yapmış olduğumuz alıntıda çocukluk arkadaşlarımın en önde gelenlerinden olan Rahmetli Mehmet KARACA’dan, O’nunla kendi “Öksüzler Mektebimizde” gerek kendimiz gerekse kendimiz gibiler adına gelecekte güzel günlerin olması adı ve anlamında kurduğumuz hayallerden, Mehmet’in cesareti ve gözünü budaktan sakınmayışından, buna rağmen merhametli konumundan, saflığı ve içtenliğinden, bu halinin ise kendisini aramızdan aldığından dem vurmuştuk. Bu yazımızla da (Mehmet KARACA’nın) “Irazgilin Meymet’in” nasıl olup da, “Karakocagilin Meymet” oluşundan ve “tüfenginden” bahsedeceğiz!
Köydeki ortamın nasıl olduğunu da hatırlarsanız “Olçum Siyit’in Ölümü” adlı yazımızla anlatmıştık. “Olçum Siyit”, “Irazgilin Meymet’in” öz be öz amcasıydı. Diğer bir amcasına da Köy’de “Pepe” derlerdi. İşte bu “Pepe” cezaevinden kaçmış, meşhur bir “Kaçak” olmuştu. Yani “Kaçak” diyorlardı artık O’na! Çok kesti biçti Köy’de… Kimini ürküttü, kimini korkuttu, kimini tırsıttı.... İş bu kadarla kalsa iyi; kimini kullandı, kimine kullanıldı... Hasılı o sıra köylü tam bir çıngardaydı… Tüfenk, tabanca bellerden çekilmiş ellerdeydi. Hatta taşlı atış, sopalı, değnekli vuruş…
Bu arada Köy’e Karakol bile gelip yerleşti. Hem öyle bir yerleşme ki köy odasını mekan tuttu. Aylarca kendilerini köylülere besletti. Ama o yine de kaçaklığını sürdürdü O. Yakalanmadı bir türlü… Ta ki ölene, daha doğrusu öldürülene dek. Devlet’in kabulüne göre “kim vurduya gidene” dek. Bu “kim vurdu” meselesi var ya? Köylülerden nicelerini alıp götürdü aramızdan daha sonra. Nicelerini sürgüne götürdü gibi Köy’den ve Köy’ünden; nicelerini de yatırdı ebedi istirahatgâhına….!
İşte “Irazgilin Meymet” böylesi bir ortamdaydı. Anlaşılacağı üzere; gördüğü ve içinde bulunduğu ortamlar taş, kaya, sopa, değnek hatta silahla, saldırıydı. Bu işlere “Irazgilin Meymet’te” de olağan dışı bir merak sardıydı. Daha doğrusu Mehmet bu işlerin 1 numaralı talibiydi…
Tam da ilkokul 5. sınıf’a geldiğimiz yıldı. Bilirim; dedim ya: O benim iyi arkadaşımdı. O’nu bir tüfeng edinmek merakı sarmıştı. Özlemle bekliyordu okulun bitmesini. Çalışmaya gidecekti. Çam dikimine… Para kazacaktı bolca ve bir “tüfeng” alacaktı; en azından “tekkırma” yahut “kırmatek” dediğimiz o tek namlulu av tüfeklerinden! Ben okumak, Köy’ü çıkmak arzusundaydım O’ysa İllâ da Köy’de kalıp bir “kırmatek” alma onunla “daha büyük vurma” yarışında.
Doğrusu bu arzusunu hiç sevmedim. Bunun olumsuzluğunu kendine en az kırk kez söyledim. Lakin “Nuh” dedi, “Peygamber” demedi. Hattâ çocuklara, bana bile küfretti. Ben de Okul Disiplin Başkanıydım ya? Biraz da muhbirci yani. Tuttum, yazdım numarasını. Aynen hatırlıyorum 82… Öğretmene vereceğim…! Çok yalvardıysa da bana; silmedim numarasını, verdim öğretmene. Biliyorum, bu olay nedeniyle çok ama çoook kırıldı O bana. Kırıldı biliyorum ama varsın kırılsındı. Kırılması önemli değildi; yeterki bu “tüfeng edinme” işinden caysındı. Lakin olmadı; o tüfek edinme meselesinden kesinlikle caymadı.
O yılın güzünde ben İvriz’e gittim; “Irazgilin Meymet” de çam dikimine… Yaz tatiline geldiğimde “kırmatek” elindeydi. Havası da yerideydi. 3-5 çocuk gezmeye gittik Koru’ya… Havası yerinde olan Mehmet, başladı bana yalvarmaya… “İvriz’de sen, bizim burada bilmediğimiz kitaplar okumuşsundur; öğrendiğin o masallardan anlat bize!” diye… Anlattım bende. Masal dinleyen Mehmet’in “tek kırması” elinde… Kuş avlayacak belki de? orasını bilemem ben; takdir elbet sizlerde…
Amma; iyi takdir edin şurasını! Bir elinde av tüfeği, yanında avcı köpeği; kendisi ise masal dinleme çocuğu! Bakalım hangi masalları dinleyecek? Bu masallardan ve "tüfenginden" neler çıkacak?
 ****************
           

Dediğim gibi cesurdu ama Saftı Mehmet. Temiz çocuktu aslında… Bu iki özelliği düşürdü onu bu “tüfenklerin” ardına…
O güz ben İvriz’in 2. sınıfına gittim, “Irazgilin Meymet” Köy’deki “terfiyisini” aldı. Terfii etti yani. “Irazgilin Meymet’likten” çıktı; “Karakocağilin Meymet” oldu.  Nasıl mı?
“Iraz” O’nun bir büyüğü ve ablasıydı. Mehmet’i de pek severdi. İşte bu sevgiden kazanmıştı ilk lâkabını Mehmet. Burada şunları da eklemek gerek:

Bizim Köy’de “yerler haltı, kararlar helvayı” da bazıları… Geçerler bir de karşıya “Tüfeğin ardına geçen mutlaka önüne de gere!” derler… Bunları hem bilirler, hem söylerler, hem de milleti buraya sürerler… O zamanki adamlar var ya…? İşte o adamlar… Sormayın; bu tür “haltı” hep yerler… Çıkar karşıdan seyrederler… Hem yerler, hem seyrederlerdi yani…

Mehmet’i “pohpohlamak” gerekti, her nedense bu adamlar için. Ve öne düşürmek… Belki de çıkarları için kullanmak… Dedim ya? Hem cesurdu, gözünü budaktan sakınmaz, dediğinin yapar arkasından ayrılmaz… Hem de saf… Merhametli ve temiz…  Tam “bizim münafıkların” adamı belki de yani.
Baba tarafına da “Karakocagil” derler Mehmet’in. “Karakocagil’in” çoğu aynı Mehmet gibi… Vurur, kırar, döver, çarparlar adamı gerekirse… Biraz da gaza gelir… Fakirlik var bazen serserilenir…
Bizim münafıklar tutmuş, Mehmet’in adını değiştirmişler o kış! Yeni adı “Karakocagilin Meymet” oluvermiş. Gerçi kendi de bu yeni adını pek bir sevmiş… Tüfengi halâ elinde. Pek bir sağlam yapışmış hem de.
Eh…! İşler yolunda, can arkadaşım yolunda… Yolları ayırdığımız çocukluk dostum, can arkadaşım; sanırım anladın!?
Bu olanları, o öğretim yılının “şubat tatilinde” belledim.

            ******************

Bahar gelip okullar kapanıca geldiğimde sormayın; bir de ne duyayım!? Bizim Karakocagilin Meymet” cezaevinde… Bacak kadar çocuk yani… Ah Mehmet ah…! Ne “haltlar kardın” sen yeni?
Meğer:
Allamışlar pullamışlar Mehmet’i, Oturmuşlar bir pusuya! “Tüfengi” de elinde… “Sarı” lâkaplı bir adam var, Bizim Köy’de… İşte O’nun yoluna… Geçeceği yulun üzerinde bir avluya. Neymiş efendim? “Sarı”, Mehmet’in emmisi; “Pepe’nin” hasmıymış… Bavvv…! Ne iş ya…? Sevsinler seni he mi? Ulan çocuk, adam böyle eder mi?
Mehmet “tüfengin” arkasında…!? Derken “Sarı”; erişmiş oraya ve geçmiş bu “tüfengin önüne”“Karakocagilin Meymet” bu! İşi hiç kaçırır affeder mi?  Sallamış “Sarı’ya” onca mermiyi… “Tekkırma’sıyla” yani… Tek kırma (tek namlulu) bir av tüfeği almıştı ya hani? İşte onunla sallamış “dokuzlu” (içinde iri iri, 9 adet saçma kurşunu bulunan avcı fişeği) denilen mermileri… Yaralanmış ama “Sarı”, ölmemiş bari… Köyden kaçtı da, halâ yaşıyor şimdi “Sarı”.
O “Sarı” halâ yaşıyor ama, “Karakocagil’in Meymet”, doğruca içeri… Dama yani. Sanırım yıl gösteriyor 1968’leri…!
Benim cesur arkadaşım, o rahmetli serseri…
Kim bilir?
Belki içeride bekliyor “tüfengin önüne geçeceği günleri”…


Geçelim bu beklentili günleri de biraz “Dam’dan” bahsedelim bari:
Mehmet’in yattığı yer aslında “dam değil de “Konya Çocuk Islah Evi”
Ne ev, ne ev ama hani? Ne ıslah, ne ıslan yani! Ulah “Meymet!” Buldun mu yenice “Öksüzler Mektebi’ni?” Hani beraber gidecektik “Ulan Sersesi…?”
Dam değildi gideceğimiz yer; umutlarımızdı hani? Neden şaşırttın sen asıl gidilecek yeri? Hani o saflığın, onca umut ve sevgi dolu hallerin!? Bu muydu yapacağın senin?
            Boş ver artık bunları da biraz da şunları söyle şunları!
Ne yaptın içindeki rutubetli, nemli, leş gibi kokan o bodrumdan yerleri…? Sıvaları dökük camları kırık yetimhaneleri…? Hele hele, ne yaptın “Dam’ın” içinde gezen onca börtü ile böcekleri…? Fare, akrep, yılan çıyan falan var mıydı? Nasıl geçirdin bu ortamda o soğuk geceleri…? Söyle bana; yatağın, yorganın var mıydı bari?
Peki; “Öğretmenlerinle” nasıldı aran? Var mıydı kitap kalem falan? Sakın ola; coptan mıydı yoksa Ulan…!? Yada “pompadan” mı? Severler miydi seni; yoksa sever gibiler miydi yani? “Pompacılarla copçular” hani!
Doğru söyle arkadaşım! Ense mense yapar mıydınız Türk filmlerindeki gibi? Bağlama çalanınız da var mıydı? Doğru söyle! Bağlama çalan yoksa “sivri sinekler” falan mıydı? Bari iyi çalarlar mıydı…
Ya solistiniz? Onlar nasıldı? Yoksa yer dayağı; o yüzden mi bağırırlardı…? Dünyanın en güzel tenor, bas sesleri ve diğerleri aranızda mıydı? Peki! Koroya seni de katarlar mıydı? Bu ve benzeri “Okul” uygulamalarının sana bir faydası var mıydı? Islah’a dönük yani…?
Doğru konuş! Ense mi yapardınız? Yoksa tek ayak mı basardınız? Oraya mı dikerlerdi sizi…? Söyle bana: tek ayak üstüne dikerler miydi hepinizi? Senin o, “kırmatek tüfenk” gibi!
Ara sıra mı yaparlardı bu eğitimi; yoksa her gün, her gece mi?
Söyle bana! Bunların faydaları nelerdi sana!? Islah mı oldun; şaşırttın mı… Yoksa akıllandın mı? Bilirim, bence bilendin. Hem de bir güzel bilendin!
Ah “Ulan Meymet;” “Ay Akılsız Serseri…!”  Yapacaklarımız bunlar mıydı?

Eh; ben bilemem; bilemem bundan sonrakileri!
Durum belki de kaderin falan olmalı! “Alın yazgısı” değil; aşamayıp takıldığın o zalim hayatın kötü şartları… İşte o şartların esiri ve eserleri… Bunlardan doğan kaderin ve insan kaderleri…
Uzatmayalım artık sözleri de; geçelim ileri!

            ******************

1972 yılında ben öğretmen olup ayrıldım memleketten. Bizim “Karakocagil’in Meymet7se”  bekliyor halâ o “Kara Damları”. Sanırım ayrıca, “Öksüzler Mektebimizde” kurduğumuz o güzel halleri de….
Nihayet geldi artık o ilk “Ecevit hükümetleri”. Ardında da Ecevit in o “1974 affının” günleri!
Lakin; bizim Mehmet var ya bizim Mehmet? Canı tezdi O’nun! Affı falan beklemedi. Bi-tamam yattı. Yattı kendine kesilen tüm cezaları! Evvel Allah… Tek tek, çile çile yattı her birini! Hem de sindire, sindire…(?) Mehmet bu?! Rüşvet falan kabul etmez asla! İltimas falan da… Tamamladı damdaki işlerini. “Aff’ın” çıkmasına birkaç hafta kala hem de!
Anlayacağınız bir güzel okudu Ora’da öksüzler Mektebini(!) Mezun oldu bizim “Irazgilin Meymet.” Kovalayıp çıkardılar bu kez de. Salıverdiler hasılı…
İşte başladı artık “Irazgilin Meymet’in” yeni günleri. İnşallah o tatlı ve güzel özgürlükleri…! Sevgi ve umutla ileri… Sanırım böyleydi o günlerdeki hayalleri.
Ancaaak….!? Kim bilir neler beklerdi pusuda yarınları?
Bir mesele daha var; “Bizim Mehmet”, hazır asker!
“Irazgilin Meymet” başlığı altında da anlattım; “kırkımız karışmış” Mehmet’le bizim…O da 1954 doğumlu yani ve hazır asker… İyi de hayalleri var; sevgileri, umutları… Zaten yetim büyüdü garibim! Üstelik “Öksüzler Mektebi’ni” de okudu. Anlattığım misal o “Okul’da” nice çileler doldurdu. Belki olgunlaştı…! Belki de oldu tam bir serseri(!) mayın! Nerede patlayacağı belli olmayan! İşin orasını bilemem; Allah bilir! Bir de işi takdir edip, durumu güzelce anlayanlar…!

İşi aceleydi Mehmet’in. Askerliği falan beklemedi!
Dam’dan çıkar çıkmaz bir kız kaçırdı... Hem de Bizim Köy’den… Köy’ün güzel, en popülerlerinden…!
Yanlış anlamayın! Dağa değil, eve kaçırdı eve! O kız’la evlenmeye…
Halletti bu konudaki işlerini. Mutluluk, mutlu olmak, mutlu etmek, sıcak bir yuva kurmak… Buydu artık tüm beklentisi!
Dedim ya? Askerliği var önünde. Evlenme işiyle kurulan yuva tamam… Tuttu askerliğin yolunu…  Uzatmayalım! Mehmet gitti askere. Sanırım 1977'de alıp geldi güzel bir teskere. Döndü yuvasına… Evine, evceğizine…! Büyük Oğlunu da ancak o zaman gördü. Ancak o zaman kucakladı...
Haydi Mehmet; yaşamaya devam et!
Göreceğiz, bakalım başına neler, neler gelecek!?

            ****************

Yukarıda anlattığım durumların bir çoğuna İnsanların çoğu üzülür lakin Mehmet’le Hanımının durumunu bilmiyorum doğrusu. Herkes “el gaterine uymak” ister oysa. “El gaterine uymak” deyimi diğer insanlar gibi olmak, onların eriştiği sıradan işlere, olay ve olguları kişinin bizzat kendisinin de elde edip erişebilmesi anlamına gelir ki, bu deyimde geçen “gater” sözcüğü hem yöreselleştirilmiş, hem de özellikle galât hale getirilmiştir ki argomsu bir deyim olmaktan kurtarılmıştır. Çünkü “gater” sözcüğü, katar, deve katarı, tren katarı anlamındaki kelimenin bozulmuşudur. Dizi, sıra, sıradanlık, başkaca ve sair insanlar gibi olabilmek, anlamındadır. Bu deyim insanları ifade etmek maksadıyla kullanıldığı için deve yada tren vagonlarının dizilimine ait olan o “katar” kelimesi özellikle bozulmuş, “gater” biçiminde ifadeye alınmıştır.
Eh…! Mehmetler de uymak isterdi elbet “el gaterine”!? Özellikle de şu “cığalı gelin” hususunda… Ancak sanırım bu olmadı; olamadı... Mehmet Geline bir “cığa” bile taktıramadı. O’nu sıradan “Cıgalı bir gelin” yaptıramadı. Bir “düğün atına” bindiremedi. Köy içinde anlı şanlı gezdiremedi. Bu gezintide yanına “dünürcüler, düğüncüler ve çalgılar” katıp getiremedi O’nu eve. Düğünde tabanca tüfek attıramadı havaya havaya… Serpemedi bozuk paraları “Cığalı Gelin’in/ Allı Gelin’in” başına Ellerin yaptığı misal sıradan bir düğün bile yapamadı; yaptıramadı yani! İşin bu yönüyle “el gaterine uyumayan” Mehmetler; tabii ki üzülmüş olmalıydılar!
Buna da “nasip” diyelim; biraz da “cığa”  ile “Cığalı Gelin’den” bahsedelim:

“Cığa:”
“Cığa” diye kuş türü hayvanların kanat tüylerinin büyük olanlarına derler. Ancak hepsine değil tabii ki...
Leylek gibi iri kuşların kanadından alınma, eskilerin divit ucu gibi kullanarak yazı da yazdıkları büyükçe kanat tüylerine “yelek” derler. Daha süslü, cafcaflı, şatafatlı ve başa takılınca ilgi çeken, orta halli büyüklüktekilere de “tuğ” derler. Ki; “Tepesine tuğ dikmek” tabiri buradan gelir. Tepesine tuğ takan adamlar genellikle devlet ekabiri olsalar da “tepesine dikilenlerin” başları belâya/ sıkıntıya girmiş demektir.  Çünkü sıradan insanın başına, o adam istemediği halde başkalarınca dikilin tuğ dikkat çekici olur, o kişiyi halk nazarında sıkıntıya düşürür.
“İşte anlattığımız bu tüylerin en küçük yapılı olanına da “cığa” denilir ki, bunun illâ da kendinden süslü olması gerekmez. Halk işidir; sıradandır. Doğal boyalarla rengarenk boyanır bu “cığalar”. Halk konuşturur hünerini bu boyalar ve boyamalarda da. Genellikle gelin süsüdür bu “cığalar”!

“Cığalı Gelin:”
“Cığalı Gelin” Anadolu’nun, Anadolu Kültürü’nün, Türk’ün, Kürdün, Laz’ın Çerkez’in ve “Anadolu Mozaiği’ni” oluşturan onlarca unsura ait kültürün ortak gelinidir. Bahar’ı, doğayı, doğanın canlanışını, bin bir çiğdem ve çiçeği, onca börtü ile böceği, karıncayı, çalışmayı ve çalışkanlığı, başına takılan aynadan kendini dengelemeyi, hepsinden önemlisi, doğmayı, doğurmayı ve doğurganlığı anlatır. Meyve vermeye hazırlanan onca çiçektir “Cığalı Gelinler”; Anadolu’nun gelinleri…
Batıdan devşirime o “ak tüllü, ak duvaklı, ak giysili gelin” kıyafetleri oldukça kısır kalır “cığalı gelinlerin” yanında. Daha doğrusu “cığalı gelin” kıyafetlerinin ifade ettiği anlam ve içerik karşısında! O sadece saflığı ve temizliği dillendirir; bir de el değmemişliği… hepsi budur; bu kadardır. “Melek gibidir; melekler gibi olmuştur” gelin hasılı… Nasıl melekse tabii…? Amma ve lâkin; “Cığalı Gelin” öyle mi? O hayattır; hayatın ta kendiceğizidir! Hayatı anlatır; hayatı temsil eder!
Madem “Cıgalı Gelin” hayatı anlatır da dünürcüler kimlerdir ve neyi anlatırlar?

“Dünürcüler”: Dünürcü diye, adı üzerinde kız istemeye giden tarafa denilir. Bu taraf da elbet erkek tarafıdır. Ancak bizim düğünlerimizin dünürcüleri biraz daha farklıdır.
Şöyle ki:
Bunlar oğlan tarafının hanımlarından, hatta evli hanımlarından oluşur. Oğlan evindeki düğün eğlenceleri bitip de sıra kızı oğlan evine getirmek üzere düğün alayı hareket edince işte bu “dünürcüler” de hareket eder ve çıkar yola. Beyazlara bürünmüş genellikle eşek sırtına binmiş hanımlar katırıdır bu dünürcüler! Çalgıların çevresinde oluşan düğün alayının peşi sıra ve dizi dizi giderler.
Dünürcü ne kadar çok olursa oğlan tarafının akrabası, daha doğrusu sevilirliği o denli çok demektir.
Üzerlerine beyaz örtü sarınıp, başlarına “ak dastar”, başörtüsü geçirmelerinin nedeni geline karşı her birinin iyilik güzellik ve bu tarz duygular beslediklerinin sembolleştirilmiş halidir. Aynı zamanda gelin için ak bir sayfa da açmışlardır zaten.
Kız evine varılıp da oradaki karşılama tören ve eğlenceleri bitince “cığalı ve allı gelin” süslenmiş bir ata bindirilir. Bindirilir ki oğlan evine o atın sırtında ve köy içinde  gezdire gezdire getirilir. Bu esnada hem çalınır; hem çığrılır. Ara ara durup dinlenilir ve oynanılır. İşte “dünürcüler” bu sıralarda gelin atını tam ortalarına alırlar ve öylece getirirler. Kendi dizeklerinin orta yerinde bir yerde…
“Dünürcü” sözcüğü işin esasında öz be öz Türkçe bir kelimedir. Ancak yöredeki söylenişi böyle değildir. “Dünürşü” biçiminde telâffuz edilir. Esasen bu kullanım daha doğrudur. Çünkü durum veya kural şudur:
Dilimizde “cü” tek taraflı eylemlerin eylemcisini ifade etmek için kullanılır. Mesela “oynamak” tek taraflı bir eylemdir. Bu eylemin eylemcisi olan “oyuncudur” Oysa “oynaşmak” karşılıklı bir eylemdir. Bu karşılıklı eylemi yapanlarsa “oynaşanlardır”.
Şu halde burada bahsi geçen “dünürcüler” her ne kadar oğlan tarafı olsalar da kız tarafına dönük bir mukabeledir. Yani işin özünde karşılıklılık vardır. Şu halde “dünürcü” demek yerine “dünürşü” diye ifade etmek daha doğru olsa gerektir. Kaldı ki yörede, kız istemeye gidene zaten “dünürcü” denilir ki, bu ifade doğrudur. Çünkü bu eylem isimde karşılıklılık yoktur. Kızın verilip verilmeyeceği henüz net değildir. Ancak düğündeki “merkebe” binili olarak kız evine giden “dünürcüler/dünürşüler” karşılıklı bir eylem içindedirler.
Üstelik şöyle bir durum vardır!
Hem kız istemeye gidene, hem de yapılmakta olan düğünün ve karşılılık eylemler dizisinin bir parçası mahiyetindeki bir eylemin eylemcisi olan hanımlara “dünürcü” denilirse anlam karışması olur. Bu karışma dilde fakirleşmeye de neden olur.   
Durum bu olunca, bu eylemin eylemcisi tekilse o, “dünürşü”, çoğulsa “dünürşüler” şeklinde söylenir. Ayrıca kelimenin ortasındaki “n” sesi nazal “n” biçiminde ifadeye getirilir.
İşte bu “dünürcülerin” arasında gezdirilir ve arasında getirilir “allı pullu gelin” eve! “Aynalı ve cığalı gelin” yani…
Gelin eve geldiğinde ise silah atışlarıyla karşılar havaya havaya… Gelinin başındaki “telliğe” (altın gümüş paralarla süslü, kadınlara mahsus bir tür baş giyeceği) ise bozuk para serpilir. Bozuk para, leblebi, leblebi şekeri, sorma şeker yahut benzerleri…. Bunları kapışır güzelce çocuklar…! Berekettir; sahavet, cömertliktir… Sevinçtir mutluktur; mutluluktur tüm bunlar. Ve birer dua beklentisidir güzel yarınlar için…!
Nihayet  “cığalı, allı pullu gelin” indirilir attan… Damat gelmez; dünürcülerle kız sağdıcı götürür onu kapıya.
Kapının önüne gelince girmez içeriye; büyük bir hediye kopartmadıktan sonra kayın pederi ile kayın validesinden. Bu hediye ya küçük bir tarla olmalı, yada en azından bir koyun yahut keçi… Üstelik de her birinden ayrı ayrı…
Aldığı zaman hediyesini kırar ayakları altına konulan su testisini. Bunun anlamı şudur. Artık kılıç yere vurulmuştur. Dün ile köprüler atılmıştır. Yarınlara kesin bir selâm çakılmıştır.
Bu ameliye bitince kınalı ellerine verilen yağı girecek olduğu kapının üstüne sürer güzelcene. Sürer ki her iş yağ gibi olsun… Akıp gitsin güzellikler içinde bir hayat…!
Sonrası mı? Sadece kız sağdıcı vardır “allı pullu, cığalı aynalı gelinin” yanında artık. Oğlan sağdıcın damada yaptığı gibice kız sağdıcı da ders verecektir geline! Hayata, evliliğe özellikle de cinselliğe dair…
Bu sağdıçlar köyde bir önceki evliliği yapan karıkocadır genellikle. Ve kadın kıza, erkek damada sağdıçlık yapar kısaca.
Vakit ikindiyi çoktan geçmiştir zaten; hattâ akşam da yakın…! “Allı pullu, cığalı aynalı gelin” girince yeni evliliğin evinden içeri, damat ile sağdıcı gezer artık köy içinde her yeri ve cümle köylüleri. Herkesin öper ellerini, bekler güzel dua ve dileklerini.
O günün yatsı namazında damat ile sağdıcı da iştirak ederler. Namaz bitiminde ve cemaatle birlikte, yeni kurulan yuva için elbirliğiyle bir güzel dua ederler.
Camii çıkışında sair gençler de katılırlar oraya; damadı da alırlar araya, doğruca güvey katmaya...
Dualar eşliğinde katılır damat içeri. Ancak arkasından bir güzel yumruklar patlatılır. Vuran vurana, vuran vurabildiğince… Bu yumruklarla belki de; “Gelinin yanı ve yardımından ayrılırsan, işte böylece döveriz seni ha…!” denilir o damada.
Damat yumruklardan kaçar; ve girer içeri...!? Kız sağdıcı işte o zaman çıkar dışarı.
Herkes dağılır gider; ancak gençler dağılmaz evlerine, eğlenceye çekilirler! İşleri bitmemiştir daha? Öyle ya: Damat uyandırılacaktır şafak vaktinde. Buna “güvey kaldırma” denilir.
Banyosunu falan yapıp hazırlanacaktır gelinle damat yarınlara… Eh…! Kocaman bir hayat vardır önlerinde. Bu hayat da kazanılacaktır mutlaka. Öyleyse erken kalkıp çok çalışmak gerektir. Buna ise ilk günden başlamak icap etmektedir.
O nedenle şafak vakti kaldırılır güvey ve gelin! Şarkılarla, türkülerle ve nice nice manilerle…

Yüz görümlüğü vermeli içeri giren damat “cığalı geline”. Yoksa ne yüzünü gösterir, ne de elini sürdürür o “allı pullu, cığalı aynalı gelin”!
Yüz görümlüğü verilip gönlü yapılınca “allı gelinin” bir tüfek patlatılır pencereden. Damadın evinden…  Tüm köylüye ve herkese karşı. Allı gelinin, şanı şerefidir bu tüfek atışı. Öyle ya: Hem allı, pulludur, hem de nur gibi yüzü de alnı aktır apaçıktır.
Hasılı Mehmet yapamadı tüm bunları işte…
Belki orada yapar, kim bile…!?
            ****************

Bu arada ben Ağrı-Tutak Meter’deki görevimi ikmal edip İzmir-Ödemiş-Küre Köyü İlkokulu’na gelmiştim. Tam da 1974’te. Üç yıl çalıştım Ora’da. Var gücümle hem de. Lakin dönem 1980 öncesi... Ortam da bir hayli karışık… “Kim vurdu’ya giden” pek çok...
Gençlerimizin kullanıldığını ta İvriz’in 3. sınıfında kavramıştım. Kavramıştım kavramasına ama, arada kalmak yine de pek zordu zamanlar.
Kendimi işime verdim. Hayatın gailesine daldım. Bırakın kayıt olmayı; TÖBDER’in de, Ülkü Ocakları’nın da kapısından bile girmedim. Hattâ mekanlarının bulunduğu mahallelerden dahi geçmedim. Geçmesem de bazı işler üzerimde kalıyordu.
Dağlara taşlara, “Kurtar bizi “Karaoğlan”, “Tek yol devrim! Faşistlere ölüm” falan yazarlar. Bir de bakmışsın…? Bu yazıları karalarlar. Hattâ bir güzel silerler… Yerine de “Tek yol İslam! Komünistlere ölüm! Komünistler Moskova’ya… Vatan, millet, Sakarya…!” falan filan yazarlar. Hasılı kimi yazar, kimi bozar… Her gece başkasını yazar.
Bir mesele daha var? Köye gelip giden gırla… Kimi gazete dağıtır, kimi dergi… Kimi de bildiri… Kimi dağıtır bunları; kimi de toplar. Kimi yırtar atar, kimi de topladığını bir güzel yakar…
Bu tarz işlerle asla alâkam olmadı. Durum buydu ama, tüm olanlar üzerimde kalıyordu. Özellikle Türkeşçilerce yapılanlar... Durum karşısında haylice çekinip korkmuştum! Korkmuştum kendimce. Durum oldukça vahimdi. “Kim vurdu?”ya gitmek an meselesiydi. Kimi kimi ve ne için vuracağı da belli değildi. Öyleyse, bir çare geliştirmeliydi. Üstelik, oldukça acil…!
Bu konu ve o günler hakkındakileri; http://memleket-kurtarma-meselesi.blogspot.com/ biçimindeki Internet bağlantısında yayına verdiğim “Memleket Kurtarma Meselesi” adlı ve yine o dönemi “ti’ye alarak” anlattığım kitap çalışmamda değerlendirdim bir haylice. Diyen o linke ve kitaba başvurabilir. Biz yine konumuza dönelim kısaca ki: 1977 Haziran seçimlerinde İzmir-Ödemiş-Çamlıca Köyü’ndeki Sandık Başkanlığı görevimi tamamlar tamamlamaz ayrıldım oradan.
Doğruca Memlekete geldim. 1977-1980 arasında artık Konya-Bozkır-Taşbaşı’ndaydım. Taşbaşı ise bizim Yelbeği ile mahalle gibi bir yerleşim. 3 km. kadar arası… İki köy birbiri ile bir hayli kaynaşık… Dolayısıyla Mehmet’i görür oldum ben yeniden artık.
Ancak….!?
Mehmet bana eskisi kadar sargın değil, biraz kırgındı. Hatta O’nu İlkokul Öğretmenime şikayet ettiğim için bir hayli dargındı. Konuşsa da öylesineydi. Anlaşılan “Son Okulu”, bir hayli yaramıştı (!) O’na... Esasında beni pek “taktığı” da yoktu anlayacağınız. Daha uç yerlere takılıyordu. Bırakın “bir kulağından girip, diğerinden çıkmayı”, kulağını asla girmiyordu dediklerim.
Islah olmuş falan değil, tamamen şaşırmıştı. iyiden iyiye hem de… Laf falan dinlediği yoktu. Önüne gelene “söver sekitir”, dilediğini azarlar paylar, dilediğini döver kovalardı! İstediğini de yuhalardı! Yalnız…! Aşırı derecede “hopurdum” olmuştu! “Pohpoh” ve “tavlanmaya” ve buna göre davranmaya pek alışmıştı yani. Anlaşılan durum vahimdi. Bense çok üzgün…!
  
Böyle okul mu olur ulan Baba…? Üstelik de yuva…! Çocuk yuvası…! Ev; ıslah evi! Vay be…! Hem de senin gibi “en büyük babanın” yuvası! Bakacağız; daha iyi evlerin neresi?
Ulan baba; ulan baba…! Söyle bana; insan böyle eder mi? Islah mı eder yoksa eline geçeni şaşırtır mı azdırır mı? Böyle devlet olur mu? Ulan Baba; Ulan Baba! “Devlet Baba!?” Yediğin “herzeler” gelmez hesaba! Tutturuyorsun bir de! Neymiş efendim? “Babaymış devlet!” Hem de en büyük baba! Gerçi şimdilerde ondan da vazgeçmiş gibi davranıyor ama… Bence, bu da yeni numara…! Bakalım ne babalıklar çıkacak yine?
İyi dinle “Devlet Baba!”
“Sevsinler senin gibi babayı! Bırak şu babalığı da, birazcık ana ol bari…
Mehmet’in anası dahi;senden daha iyiydi vallahi!”



Mehmet Sarı’yı Niçin ve Nasıl Vurdu?

Mehmet’in Sarı’yı niçin vurduğunu anlamamız için “Pepe” hakkında da bilgi vermemiz gerekecek önce. Ama kısa… Çünkü bu meseleyi ayrıca alacağız ele…  İvriz’de okurken ben kocaman bir roman yazmıştım bu konuda. Adını “Kaçak” koşmuştum da, o sıralar Okul’da bulunan herkes okurdu o “Roman’ı” da!
Yukarıda da bahsini ettiğim gibi “Pepe”, amcasıydı Mehmet’in. Asıl adı Ahmet olsa da, hafif peltek konuştuğu için, kısaca  “Pepe” yahut “Pepe Ahmet” derlerdi kendisine.
Evveline aklım ermez duyarım; İşte bu adam var ya bu adam? Bir vukuat işlemiş, yahut Köy’deki vukuatlardan birisinin ceremesini çekmek O’na düşmüş hapisteydi. Mahmut vurulmuştu köyde.. Mekânları cennet olasılar ölmüştü yolda. Hasılı damdan kaçtı geldi de bu “Pepe” Köy’de kaçaklık yaptı haylice… Üstelik esti yağdı, kesti biçti de epeyce! Ne işler yaptı, nice nece…?!



“Pepe”


Bu sorunun cevabını bilen varsa lütfen bana anlatsın!
tttttt
yyyyyyyyy

**************



"Ulan Gahrimen!"

Adam Hiç Böyle Eder Mi A Gahrimen?

ve ancak nden, olan 
Mehmet DURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder